MİLATTAN ÖNCE
- Didem Aksoy
- 27 Ara 2022
- 8 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 15 Nis 2023
Kendimi bildim bileli mutluluklarımı ve mutsuzluklarımı çok derin, yoğun ve uçlarda yaşadım. Hayatımda çok mutlu olduğum: kendimi çok başarılı, çok şanslı, çok güzel, çok eğlenceli, çok öyle çok böyle bir sürü sıfat hissettiğim birçok an oldu. Ancak bu anlar her zaman çok kısa sürüyordu, sanki ne kadar çabalarsam çabalayım mutluluğu elimde tutamıyordum. Her seferinde ne kadar çabalarsam o kadar hızlı ellerimin parmaklarımın arasından kayıp gidiyordu. Her kaybettiğim mutluluk ve zirve anlarımın hemen akabinde ise üzerime içime işleyen bir karanlık geliyordu.
İçimdeki bu karanlık ile çok küçük yaşta tanıştım ve çok uzun yıllar boyunca mücadele ettim. 11 yaşında iken öğretmenlerime ölmek istediğimi söylediğimi hatırlıyorum, anlamlandıramamışlardı. Neden oyun çağında olan küçük bir çocuk ölmek ister ki. Neden olduğunu ben de bilmiyordum. Sadece içimde çözümleyemediğim, kaçamadığım ve kurtulamadığım derin bir acı vardı. Çözemedikçe ve içimde taşıdığım için kaçarak kurtulamayacağımı anladıkça ölmek istedim. Sebebini bulamadığım, anlamlandıramadığım ve benliğimle bu kadar bütünleşmiş, böylesine kuvvetli bir acıya ancak ölüm çözüm olabilirdi. Ancak daha çok küçüktüm ve umutluydum. Bu acının birçok sebebi olabilirdi ve bir çok çıkış yolu bulunabilirdi. Sonraki yıllarım içimde taşıdığım bu derin mutsuzluğun ve karanlığın sebeplerini ve çıkış yollarını aramakla geçti. Bir çok kez sebebini ve çözümünü bulduğumu düşündüm, yukarıda bahsettiğim çok yoğun mutluluk, zirve ve zafer anları yaşadım. Ancak her seferinde mutluluk ellerimden kayıp gidiyor ve derin bir mutsuzluk ve tatminsizlik ile en sonunda yine baş başa kalıyordum.

2022 yılı bu yoğun iniş çıkışlarımın klasik bir örneği idi. Tüm sene boyunca çok mutlu, zirvede ve gelecekle ilgili umutlu hissettiğim yoğun anlarım oldu. Bununla birlikte depresif ve umutsuz, adeta içimin tamamen ölü, ceset gibi hissettiğim aylarım geçti. Bu zamanlarda kendimi sadece işe verdim ve işten eve geldiğimde ise koltuğumun derinliklerinde yok olmak, bu dünyadan gitmek istedim.
Aylarım bu döngü içerisinde geçti, sadece çalıştım, eve geldiğimde ise kendimi koltuğuma gömerek, televizyonun karşısında bir ceset gibi ölümü beklercesine kıpırdamadan kendimi filmler ve dizilerdeki karakterlerin hayatlarını hayalimde yaşarken buldum. Kendi zihnimden kaçabildiğim tek alan film ve dizilerdeki karakterlere bürünmek oluyordu ve beni içimdeki sonsuz boşluktan sadece başka bir karaktere bürünmek çıkarabiliyordu. Empati becerim küçüklüğümden beri hep çok yüksek oldu, öyle ki sadece karşımdakini anlamak değil bire bir o insan ne hissediyorsa hissedebiliyor, benliğimi iletişimde olduğum veya gördüğüm herhangi birinin benliği ile bütünüyle birleştirebiliyordum. Bu güçlü bir yanım olmakla birlikte hayatımın olağan akışında beni zorlayan da bir özellik oldu. Çevremdekilerin, özellikle de sevdiklerimin sıkıntılarını, acılarını kat be kat hep içimde hissettim ve bu bütünleşmeden kendimi korumayı hiç bilemedim. Dolayısıyla mutlu veya bambaşka hayatlardaki dizi karakterleri ile birleşmek benim için muazzam bir kaçış yoluydu ancak her dizi veya film bittiğinde kendi hayatıma dönmekte, içimdeki boşlukla yüzleşmekte zorlandım.
Böyle geçen aylar sonucunda fiziksel olarak da hasta oldum. Yediğim yemekleri sindiremiyordum, küçük bir porsiyon yemekte bile inanılmaz bir ödem ve hazımsızlık yaşamaya başladım. Doktor midemin sindirim enzimlerini üretmediğini, bu nedenle yediklerimi sindiremediğimi, bunun da beni hasta ettiğini, sindirim gerçekleşmediği için ise yemeklerden besin değerlerini alamadığımı, kan değerlerimin çok düşük olduğunu, 30 gibi genç bir yaşta olmama rağmen bu durumdaki halimle çocuk sahibi olamayacağımı, hamile kaldığım takdirde vücudum beslenemediği için çocuğun sakat doğacağını veya bu sıkıntımı çözemediğimiz takdirde 50lili yaşlarımda alzheimer olacağımı söyledi. Midem hassas olduğu için yiyemiyordum, yiyebildiğim küçücük miktarları ise vücudum doğru sindiremediği için besinleri alamıyordum. Vücudum, organlarım ve hücrelerim açlık çekiyordu ancak ben midemden dolayı yiyemiyordum. Uzun aylar katı diyet uyguladım, başlarda iyi gibi olurken sonra işimdeki stres ile birlikte tekrar kötüleştim ve aylar boyu süren stresimin, üzüntümün, öfkemin, dinlenememin getirisi ile birlikte mide kanaması geçirdim. Doktorum çok dikkatli olmam gerektiğini, durumumun kritik olduğunu ve dikkat etmezsem kanamanın kronik hale gelebileceğini ve sürekli kanama geçirebileceğimi söyledi.
Mide kanamam ile birlikte beynimde şalterlerin attığını hatırlıyorum. İçimde bir şeyler tak etti. Belki aylar sonra aynada gözlerimin içine dürüstçe baktım. 30 gibi gencecik ve hayatımın en güzel yıllarında, hastalık ve depresyonla boğuşuyordum. İşimde birlikte çalıştığım insanları ailem gibi çok seviyordum ancak modern ve kapitalist dünyaya ayak uyduramıyordum. İş dünyasını sevmiyordum. Ünvanlar, egolar, para odaklı hırslar. Anlamlandıramıyordum. Toplum olarak nasıl bu duruma gelmiştik? Nasıl bir kartvizitin üzerinde yazan hiçbir anlam ifade etmeyen bir kelimeden öz değerimizi biçiyor ve kendimizi değerli hissediyorduk? Bu birilerinin size armut dediğinde mutlu olmanız gibi bir şey geliyordu. Armut yerine yönetici deniliyordu, hanım bey ünvanları geliyordu ve bir kağıt parçası üzerine yazılan bir kelimeden ibaret olan bir sözcük ile kendimizi başkalarından üstün hissediyor ve bu üstünlük ile mutlu olmaya çalışıyorduk. Üzerimize giydiklerimizle, markalarla, gösterişle kendi değerimizi belirliyor ve bununla başkalarından kendimizi ayırarak özel hissetmeye, bu sahte özel hissi ile de mutlu olmaya çalışıyorduk. Sabah 9 akşam 6 çalışıyor, kendimize zaman ayırmıyor, hareket etmiyor, tüm gün bir ofisin içinde ekrana bakarak çalışıyorduk ancak ne için? Çoğu zaman bir insana, doğaya, topluma katı sağlamak için değil. Sadece para kazanmak için, hırslarımızla büyümek, önemli olduğumuzu kendimize kanıtlamak için. Anlam bulamadığımız bir işte sabahın köründe uykusuz uyanıp, sinir stres içinde çalışıp, akşam yorgun argın eve gelip bayılıyoruz ve bir bakmışız ki inanmadığımız, değerlerimizle örtüşmeyen, kalbimizi çarpıtmayan ve bizi mutlu etmeyen, aksine hasta eden bir işte bir ömür geçirmişiz. Doğadan kopuğuz, artık bir çoğumuz yolda gördüğümüz bir ağacın, bir çiçeğin ismini bile bilmiyoruz. Yemek yiyoruz ancak ne yediğimizi, yediğimizin nereden geldiğini bilmiyoruz. Kendimizden, doğadan, vücudumuzdan bu kadar kopuk yaşamak bizi bu kadar mutsuz ve hasta etmesine rağmen, çoğumuz ya daha fazlasına sahip olursak bir gün mutlu olacağımız yalanına ya da bu yaşama mecbur olduğumuza kendimizi inandırıyor ve bu şekilde devam ediyorduk. Sokakta yürürken artık kaç insan kafasını kaldırıp gökyüzüne, uçan martılara uzun uzun bakıyor ve hayatın güzelliğini görebiliyordu? Boş zamanlarımızda telefon ekranlarımızın kölesiydik. Modern insanı, modern toplumun geldiği bu noktayı ve modern hayatı aklım almıyordu. Ancak tam da bu hengamenin ortasında, göbeğinde idim. Umutsuzca çıkmak istiyor ancak cesaret edemiyordum.
Tüm bu kargaşanın ortasında 4 sene önce Tayland’da gittiğim meditasyon inzivasını hatırlıyordum. Maddi olarak hep rahat bir hayat yaşadım. En iyi okullara gittim, güzel evlerde oturdum. Hiçbir zaman ay sonunu nasıl getireceğim konusunda kaygı yaşamadım. Dolayısıyla çok güzel otellere ve lüks tatillere gitme fırsatını buldum. Ancak dostlarım ve beni tanıyan herkes bilir ki, ben her zaman sadece bir seyahatimi dilimden düşürmem. 4 sene önce Tayland’ın kuzeyinde Budist bir tapınağa meditasyon inzivası için gitmiştim. Tapınak kapısına gelen her misafiri ücretsiz olarak karşılıyor ve içeri alıyordu. Tapınağa girerken bir çift dümdüz ve bembeyaz bir pantolon ve t-shirt veriliyor size. Herkes aynı beyaz düz kıyafetleri giyiyor. Oda olarak ise kocaman ahşap bir kulübede yaklaşık 20-40 kişinin aynı yerde yattığı bir alanda kalıyorsunuz. Sadece ince bir minderiniz, bir yastığınız ve gece üzerinizi örtmek için verilen ince bir örtünüz var. Duşlar ortak ve ben gittiğimde sıcak su yoktu. Sessiz bir inziva içindesiniz. Yani kimse ile konuşmuyorsunuz. Okumuyorsunuz. Telefon ve televizyon yok. Sabah 4’de uyanıyor, rahiplere sabah seremonisi için hazırlanıyor, sonra tüm gün boyunca sessiz bir şekilde meditasyon yapıyorsunuz. Zihninizi dağıtacak hiçbir şey yok. Tamamen kendinizlesiniz. Akşam 8 itibari ile ortak uyuma alanına çekiliyor ve tahta bir yerin üzerinde yatarak uyuyorsunuz. Bu şekilde günler geçiyor.

Bu inzivada ilk uyanışımın gerçekleştiğine inanıyorum. İlk iki gün zor geçmekle birlikte, üçüncü günümde bambaşka bir deneyim yaşadım. Bir gün uyandım ve artık zihnim düşüncelerle bağırmıyordu. Sakindim, huzurluydum. Herşey çok yavaş, bir o kadar da huzurlu akıyordu. Bastığım yerin ayaklarımın altındaki sıcaklığını, dokusunu tüm hücrelerimle hissettiğimi hatırlıyorum. Her hareketimle tüm kaslarımın tek tek varlığını farkettiğimi hatırlıyorum. Ve güneşin altında sessiz bir şekilde otururken güneş ışınlarının sıcaklığı ile bir olduğumu hatırlıyorum. Hayatımda ilk defa mevlevilerin tasavvufta anlattığı birlik duygusunu tüm benliğim ile hissettiğimi biliyorum. O an Didem diye biri yoktu. Güneşten, rüzgardan ayrı bir varlık yoktu. Zihnim yoktu. Sadece tüm benliğimde güneş ve rüzgar vardı. İşte o an benim için hayatımdaki en kıymetli anlardan biridir. Ben hayatım boyunca böyle bir huzur, böyle bir mutluluk, böyle bir bütünlük hissetmedim. İşte o an anladım ki, insanın mutluluğu, huzuru ve gücü kendi içindedir, onu kendi içinde bulamadıkça sahip olduğu hiçbir şey ona bu gücü ve huzuru veremeyecektir. Onlarca lüks otel ve tatil içerisinde hissetmediğim, kelimelerle tarif edemeceğim bu iç huzurunu üzerimde incecik basit kıyafetler, gün ışığı ve yerde otururken, hiçbir şeye sahip değilken bulmuştum. Bir anda bütün korkularımın eridiğini kaybolduğunu hatırlıyorum. Kendimi süper gücümü keşfetmiş gibi hissetmiştim. Gözlerimi kapadığım an iç huzurumu hiçbir şeye sahip olmaksızın kendi içimde bulabiliyordum. Buraya ulaşmak için ise hiçbir şeye ihtiyacım yoktu. Tapınaktan bambaşka bir Didem olarak çıkmıştım. 10 senedir antidepresan kullanıyordum ve psikiyatristim ağır bir depresyon vakam olduğu için çok büyük ihtimalle ömrüm boyunca ilaç kullanmak zorunda olduğumu dile getirmişti. Tapınaktan sonra bir anda tüm ilaçlarımı bıraktım, hiçbir yan etki hissetmeden ve iç huzurumu koruyarak. Batı bilimine olan güvenim ilk böyle sarsılmıştı. Üzerime bilim adı altında yapıştırılan depresyon ve anksiyete etiketlerinin tüm etkisi, beş gün kaldığım bir tapınakta sadece gözlerimi kapayarak sessizlikte meditasyon yaparak gitmişti.
(Depresyon ve anksiyete ile ilgili önereceğim ve benim hayatımı değiştiren muazzam bir kitap var: Kaybolan Bağlar - Johann Hari.)
Aylar boyunca her akşam meditasyon pratiğime devam ettim ancak sonrasında iş hayatına geri dönmem ile pratiğimi yavaş yavaş bıraktım ve tekrar modern hayatın hengamesinin içine döndüm. Bununla birlikte yukarıda anlattığım karanlığım, depresyonum ve anksiyetelerim geri geldi. Ancak hiçbir zaman eskisi kadar kuvvetli olmadılar ve ben hiçbir zaman ilaçlara geri dönmedim. Tapınaktaki o muazzam huzur anım her zaman içimde benimle kaldı. Hep geri dönmek, ve hatta tüm hayatımı geride bırakarak budist bir rahip olmak istedim. Bunu yakınımdaki herkese mutlaka en azından bir kere dile getirmişimdir. Çoğu zaman “deli misin kızım, neden ki, herşeyin var, ne güzel bir hayatın var, varlık içinde yaşıyorsun, niye herşeyi bırakıp yokluk içinde yaşayasın?” gibi sorular ve yorumlar duydum. Ancak bir insanın sahip olabileceği en değerli varlığın iç huzuru olduğuna inanıyorum. Benim sahip olduğum hiçbir maddi imkan bana böyle kıymetli bir hediye veremedi. Ancak bu küçük, dağ başındaki budist tapınağında iç huzurumu bulabilmiştim. Bunu hissettiğiniz noktada kendi dışınızda sahip olduğunuz hiçbir şeyin pek de bir anlamı kalmıyor. Bu deneyimimden sonra spiritüel ve manevi bir dünyanın hep beni çağırdığını, hayat amacımın burada olduğunu hissettim ancak komfor alanımı bırakacak cesareti hiçbir zaman bulamadım.
İşte mide kanaması bu cesareti göstermeme yardımcı oldu. Kanama ile birlikte gözüm döndü ve yeter dedim. Kendime bu kötülüğü yapmaya devam etmeyeceğim. Sadece toplum ve insanlar belirli bir kalıp içerisinde bir şekilde yaşamamı istiyor diye, mutsuz olduğum bir yerde, bir işte, mutsuz olduğum bir varoluşa boyun eğmeyeceğim. Hayatımı mutsuz ve hasta olarak geçirmeyi reddediyorum. Kabul etmiyorum. Ben mutlu olduğum, istediğim, gönlümden geçen, değerlerim doğrultusunda bir hayat yaşayacağım. Dünyanın ve toplumun dayattığı -varolabilmek için kapitalist, aç gözlü, hep daha fazlasını isteyen bu sisteme mahkumsun, hayatın kuralları böyle, boyun eğmek zorundasın ve ancak sana biçtiğimiz kalıplar içerisinde kendine küçük bir alan yaratabilirsin- yalanını ve dayatmasını kabul etmiyorum. Başka bir türlü yaşam, başka türlü varolmak mümkün. İnsan olarak en mutlu olduğumuz anları düşünelim, hangi anlar bunlar? Eminim hiçbirimizin cevabı materyal bir şeye sahip olduğumuz an olmayacaktır. Cevaplarımız ailemizle, sevdiklerimizle birlikte olduğumuz, birlikte gülüp ağladığımız, birlikte sofralarımızı duygularımızı paylaştığımız, ya da güzel bir gün batımına, denize, ağaçlara baktığımız anlar olacaktır. Bu anların bir ücreti yok. Ancak bu anlara sahip olmak hayatımızı asıl anlamlı kılan, paha biçilemez anlar

Seyahatlerim sırasında insanın mutluluğunu bu kadar basit ve yalın bir hayatta bulabileceğini çok kez gördüm. Dünyanın bir çok yerinde çok az şeye sahip olup çok mutlu olan, uyandığı her güne minnet eden insanlarla tanıştım. Banka hesabında bekleyen bir parası olmadan dünyayı gezen insanlarla tanıştım. Hepsinden hayranlıkla çok şey öğrendim. Ancak öğrendiklerim zihnimin seviyesinde kalıyor, bir türlü kalbime inip hayatıma nüfuz edemiyordu. Yıllar boyunca bu insanlardan çok daha fazla maddi imkana sahip olmama rağmen belki onların yarısı kadar mutlu ve huzurlu olamadım. Farkımız neydi? Farkı hala o sırada bilemiyordum ancak şunu biliyordum ki daha fazlasına sahip olmak beni mutlu etmiyordu. Bu nedenle işi bırakmaya ve evimi satarak bir süre kendimle baş başa kalmaya, kendi içime en çok döndüğüm yere, yollara düşmeye karar verdi
Ancak sağlığım hala kötüydü, seyahat etmeme izin verecek miydi bundan emin değildim. Evin 2-3 ayda satılacağını öngörüyordum ancak evi ilana koyduktan 2 hafta sonra ilk alıcı tarafından istediğim fiyattan ev birden satılıverdi. İşte bu çok ani olmuştu, bu kadar hızlı olacağını beklemiyordum. Bu kadar ani olması bir anda ‘allahım ben ne yaptım, emin miydim, böyle gözüm döndü gidiyorum dedim de iki kere de düşünmüş müydüm, evi nasıl hemen boşaltıcam, nereye gidicem, ne yapıcam hiç de düşünemedim’ gibi düşünceleri beraberinde getirdi. Bu sefer bilinmezliğe giden bu yolda hem hastalığımla hem de yine anksiyetelerle boğuşmaya devam ediyordum.
İşte tam bu anda çok sevdiğim ve güvendiğim bir dostum dedi ki: ‘çok büyük bir değişim dönüşümden geçiyorsun, tanıdığım spiritüel bir danışman gibi biri var, istersen numarasını vereyim, ilgilenirsen konuşabilirsin, sana yardımcı olabilir, yol gösterebilir.’ Tabi dedim. Seve seve giderim. İşte böylece yolum sevgili Roko’ya geldi. <3
😍 Muhteşem bir yazı ❤️yıllardır kendimi hiç bir yere ait hissetmiyorum 😔 kalbimden geçenleri,yaşadığım tüm duyguları kaleme almışsınız 💖 yüreğinize sağlık ❤️ iyi ki varsınız 💖 iyi ki yollarımız kesişmiş 🤗 lütfen yazmaya devam edin 💖
Harika! Yolculuğun devamını heyecanla bekliyorum! 🤗
Merhaba yolculuğunuzu umutla ve sevgiyle takip edeceğim.
merhaba,
bu yolculuğunuzun size mutluluk ve sağlık getirmesini dilerim, sizi takip ediyor ve mutluğunuzu da paylasıyor olacagım.